Türkiye medyasının gizli anlaşmaları ülkenin yaşadığı krizi şiddetlendiriyor
Yazan Andrew Finkel
Türkiye’de 15 Temmuz 2016 günü başarısızlıkla sonuçlanan kanlı darbe ve ardından gelen acımasız baskı ortamı ülkenin büyüyen demokrasi krizinin vasiyetidir. Gazeteciler ve bağımsız medya kurumlarının özgür ve açık bir toplumdan ziyade elitlerin çıkarlarına hizmet etmeyi seçen bir hükumetten yoğun adli baskı görmekte oldukları halde bu kriz yıllardır gelişiyor olsa dahi, yakın zamanlardaki gelişmeler yeni bir ölümcül tehlikenin varlığını gösteriyor: ülkenin ana akım medyasının kendi kendini iğdiş ederek boyun eğme ve hatta suç ortağı olma durumu ve objektif haber takibinin sindirilmesi.
Hem Türkçe dilindeki hem de uluslararası basında geçen 25 yılılık gazetecilik tecrübem beni devletin otoriter taktiklerini ifşa etme ve kınamanın hem önemine hem de yetersizliğine ikna etti. Hükumetin beğenmediği köşe yazıları yazmaktan dolayı bir Türk mahkemesinde yargılandıktan sonra gördüm ki, ülkenin medya kurumlarındaki bilerek propaganda yayımlamanın veya hükumetin onaylamayacağı şekilde haber vermeyi – ya da tam ve objektif şekilde haber vermeyi – reddetmenin de dahil olduğu yozlaşmanın farkına varmak gerekiyor.
Sosyal medyanın her tarafa yayılmış olmasına karşın Türkiye’nin güçlü iktidar partisi bugün toplumsal müzakereyi özel sektör medyası üzerinde sistematik baskı kurarak ve çoğulcu medyaya yaşam alanı bırakmayarak, görülmemiş düzeyde yönlendirebiliyor. Önceki Türkiye hükumetleri de sık sık uluslararası medya standartlarını hiçe saydılar ama mevcut rejim bunu cezasızlık halinde ve kendi tanımladığı demokratik normlarla yapıyor. Gazetecilerin sorunu sadece medyanın bu baskıcı taktiklere nasıl karşılık vereceği değil, kendi saflarındaki sorunları nasıl gidereceği de.
Türkiyeli yetkililerle ilk karşı karşıya gelişim 1999 yılında Türkçe yayımlanan bir gazetede çıkan, ordunun Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde kullandığı yöntemleri eleştiren köşe yazıları sayesinde gerçekleşti. Savcı köşe yazınlarının ülkenin ordusunu aşağıladığını söyledi ki, o zaman bu suçlama altı yıl hapis cezasına çarptırılma ihtimali demekti.
Buna cevap olarak CPJ Türkiye başbakanına benim için bir açık mektup yazdı. Ancak gazetecilerin çok yatkın olduğu nankörlükle CPJ’in kendi İnternet sitesini örgütün doğası gereği sahip olduğu dar görüşlü yaklaşımı – CPJ’in diğer basın özgürlüğü gözcüleriyle paylaştığı bir şey olduğuna inanıyordum – eleştirmek için de kullandım.
Davama dikkat çekildiği için minnettardım ama Türkiyeli gazetecilerin maruz kaldıkları kötü muamelenin en köklü sebeplerinden biri var oldukça risk altında olacaklarına inanıyordum: medyanın kendi yozlaşmışlığı ve danışıklı dövüş. Beni kovmalarının askerin kontrolündeki Milli Güvenlik Kurulu tarafından emredildiğini aylar sonra öğreneceğim kendi gazetem davamı ve benzeri davaları haber bile yapmadı. Gazetecilerin mahkemelerden olduğu kadar kendi gazetelerinden de korunmaları gerektiği Türk basınında çalışmış herkesin bildiği bir sırdır.
O zamandan bu yana hem devletin taktiklerinin şiddeti hem de ana akım medyanın danışıklı dövüşü bakımından koşullar hayli kötüleşti. Mevcut durum bağlamında, 1999 yılının başlarında Türk hapishanelerindeki 27 gazeteci Ankara’ya, daha sonra da çok kere sahip olacağı, dünyanın en çok gazeteci hapseden ülkesi gibi yüz kızartıcı bir unvan veriyordu.
O istikrarsız koalisyon hükumetleri döneminde güçleri artan medya kurumları iktidar belirleyen roller edindiler. Basın baronları, desteklerinin karşılığında özelleştirme ihaleleri, karlı arazi imar değişiklikleri, devlet kaynaklı reklam gelirleri ve kronik enflasyonla geçen bir dönemde hepsinin en karlısı olan bankacılık izinleri için pazarlık ettiler. Siyasetçilere karşı koz olabilsin diye gazetelerin halen eleştirel, dalkavukça olmayan bir tutumları vardı – neticede nüfuz ile etkiyi kullanabilmek için için önce kuvvetin ve etkinin var olması gerekir. Gelgelelim, pek çoğu istihbarat teşkilatının isteği üzerine yalan haber yayımlamakta veya Kürt ayrılıkçılara karşı güneydoğuda verilen, genelde kirli geçen savaşa dair haberleri kısıtlamakta veya tecrübeli yazar veya muhabirlerin harcanmasına sessiz kalmakta mahsur görmediler.
Bu dinamik o yıllardan bu yana çok dile getirildi. Bu satırlar yazılırken, bağımsız gazetecilik platformu P24’ün derlediği bilgilere göre, 33’ü 15 Temmuz darbesinden önce hapiste olmak üzere 146’ya yakın Türkiyeli gazeteci parmaklıklar ardında – 1999’a kıyasla dört kattan daha fazla artış var. Pek çok diğer gazeteci yurt dışına kaçtı ve bazı durumlarda geride kalan eşler ve akrabalara pasaport verilmedi. Başka örgütler nispeten farklı toplamlara ulaştılar (CPJ, son hapishane sayımında en az 81 gazetecinin mesleki faaliyetten dolayı hapsedildiklerini belirleyebildi). Sayıları kesin olarak hesaplamak zor olsa da şu kesin ki: Türkiye dünyanın lider gazeteci hapseden ülkesi; geleneksel basın özgürlüğü ihlalcileri Çin, İran ve Mısır’dakilerin toplamından çok gazeteci hapishanede.
15 Temmuz darbesini çok sayıda gözaltı ve tutuklama ile ulusal çapta olağanüstü hal ilanı takip etti; bu sayede yetkililer şüphelinin hakim önüne çıkmasını 30 günlüğüne askıya aldıkları gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne bağlılık da askıya alındı.
Ne kadar pervasız olursa olsun, ilk bakışta bu baskı ortamı sürgündeki bir vaiz olan ve hükumetin darbeyi planlamakla suçladığı Gülen (ya da Hizmet) Hareketinin kurucusu Fethullah Gülen ile ilişkili herkesi cezalandırmaya yönelik bir çaba olarak görülebilir.
Başarısız darbenin ardından azap çekenler sadece gazeteciler değildi. Reuters’ın haberine göre darbeden üç ay sonra 32.000 kişi tutukluydu (Aralık 2016’da Reuters sayının 41.000’e ulaştığını bildirdi) ve 100.000’den çok devlet memuru işlerini kaybetmişti. Yargıda, üniversiteler ve okullarda, orduda, poliste, milli istihbaratta ve kamu hizmetinin diğer alanlarında toptan bir temizlik yapıldı. Özel şirketlere el konuldu ve hastaneler bile kapatıldı.
Bu önlemleri uygulamak için kullanılan kriterler net değil ve temizliğin çalışma yöntemi kaprisliydi. Gülen ile ilişkili bir finans merkezi olan Bank Asya’dan kredi kartı almış olmak ya da Gülencilerin bayrak gazetesi Zaman‘ın abonesi olmak işten kovulma ve hatta gözaltına alınma sebebi oldu.
Bu ortam dahilinde, bağımsız haber kurumlarını çalışanları yüzüstü bıraktılar diye suçlamak artık mümkün değil çünkü Platform 24 (P24) tarafından açık kaynaklara dayanarak saptandığına göre 46 gazete, 29 TV kanalı, 31 radyo istasyonu, 16 dergi ve 28 yayınevi başarısız darbenin ardından kapatıldı. Bundan etkilenen kurumların çoğu, Kürtçe yayın yapan çizgi film kanalı Zarok TV gibi, ana akımın dışından. Medyada çalışan binlerce kişi işlerini kaybetti. Ana akım medya sıkı kontrolü altındayken hükumet sürüden ayrı “bağımsızların” işini bitirmekte zorlanmadı.
Gülen hareketi ile açıktan savaş, darbe girişiminin öncesine, Aralık 2013’te polis ve savcıların üst düzey hükumet üyelerini ve ailelerini büyük ölçekli yolsuzlukla suçlamalarına dayanıyor. Hükumet o dönemde bu suçlamalara eşlik eden polis operasyonlarını darbe girişimi olarak tanımlamıştı – Bürokrasi saflarındaki Gülenci sempatizanlarının paralel bir devlet kurma çabası. Bir zamanlar Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi ve hükumetin eskiden sıkı destekçisi olan Zaman, Mart 2016’da mahkeme tarafından atanan kayyımlara devredildikten sonra, Haziran ayında kapatılana dek hükumet yanlısı bir gazeteye dönüştürülmüştü. Gülencilerle ilişkili diğer basın ve yayın organları da aynı kaderi paylaştılar. Hükumet ordudan alışkın olduğumuz bir uygulamayı benimseyerek onaylamadığı medyayı basın konferanslarına almamaya başladı – özellikle de Gülen hareketiyle ilişkili olanları.
Bu uygulama darbeden sonra hızlandı. CPJ’in Ağustos 2016’da haberleştirdiği üzere, başbakanlık ofisinde gazetecilerin akreditasyonundan sorumlu daire olan Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Gülen ile ilişkili olduğunu iddia ettiği 115 gazetecinin basın kartlarını iptal etti.
15 Temmuz’daki darbe girişiminde Gülencilerin katılımı her ne kadar girift olursa olsun, her seçilmiş meşru hükumetin kendini askeri darbeye karşı koruması hem hak hem de ödevdir. Darbe başarılı olsaydı veya askerler ile hükumet destekçileri arasındaki çatışmalar daha uzun sürseydi ölenlerin sayısının çok daha yüksek olması muhtemeldi. Darbeden sonraki saatlerde 240 kişi öldü – hükumet yanlısı bir gazetede çalışan bir gazeteci de dahil olmak üzere 157’si sivil vatandaşlardı.
Ancak, olağanüstü hal ilan edilişinden sonraki haftalarda yetkililerin elinin Gülenci medya ile ilişkili olanlardan çok daha uzağa erişeceği belli oldu. Bu kurumlarda çalışanların pek çoğunun bir askeri darbeyi desteklediği ve hatta Gülen sempatizanı olduğu bile ciddi olarak iddia edilemez. Kürt yayınları genelde Gülen karşıtıdır ama polis Azadiya Welat‘a operasyon düzenleyip 28 gazeteciyi gözaltına aldı ve bir diğer Kürt gazetesi Özgür Gündem, tek günlüğüne “nöbetçi editör” olarak onunla dayanışma içinde olmaya çalışan tanınmış yazar ve gazetecilere açılan davalar eşliğinde kapatıldı. Solcu gazete Evrensel’den iki gazeteci de gözaltına alındı ama 16 gün sonra bırakıldılar.
Freedom House (Özgürlük Evi), 2014 yıllık raporunda tutuklamalar ve kapatmalar dalgasını muhalefeti boğmak için halihazırda var olan bir eğilimin hız kazanması olarak gösterdi. Rapor ayrıca Türkiye basınının statüsünü “kısmen özgür” seviyesinden “özgür değil” seviyesine düşürdü.
Freedom House’ın Türkiye’nin seviyesini düşürmesi kısmen 2013 yılında, hükumetin gene darbe girişimi olarak adlandırdığı, Gezi Parkı gösterilerinin ardından gazetecilerin toplu şekilde işten çıkarılmaları ile de alakalı. Telefon konuşmaları çoğunlukta olmak üzere, sistematik olmayan koca bir deliller kataloğu 2014 başlarında İnternet’e sızdırıldığında hükumetin kendine bağımlı özel medya kuruluşlarını nasıl çok sıkı kontrol ettiği ortaya çıktı. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın sızdırılan kayıtlardan birinde bir medya grubu sahibini önde gelen köşe yazarlarından birini kovmaya zorlarken ağlattığı duyuluyordu. Erdoğan aynı zamanda bir TV kanalından bir muhalefet liderine çok dikkat çektiği için ekranın altındaki yazıyı değiştirmelerini de istedi. Gezi’den bu yana altı veya daha çok hükumet yanlısı gazetenin tıpatıp aynı manşetlerle çıkmaları gittikçe sık görülür oldu.
Neredeyse yirmi yıl önce ortaya attığım soru, kendi gazetecilerine uygulanan adaletsizliklere bile kayıtsız görünen gazetelere Türkiye halkının neden sahip çıkacağı idi. O günlerde dünyanın bu adaletsizliğe tepkisini dinleyecek bir muhatap bulmak zordu. Kendisi de eski gazeteci olan dönemin başbakanı Bülent Ecevit açıkça söylemişti ki, koalisyon hükumetinin devlet içerisinde köklü yer edinmiş otoriter yapı ile kavgaya tutuşacak gücü yoktu.
Ana akım medyadaki yozlaşmanın önemi buradan geliyor – yeni otoriterliğe gönüllü suç ortağı olmuş durumda. Bu da köklü bir diğer sorunun tırmanışı ile alakalı. Ordu 1997 yılında bugün genelde postmodern darbe denilen bir hükumet değişikliğinin gerçekleşmesini sağladı. İslamcı Refah Partisinin yönettiği koalisyon hükumetini yerinden etmek için kullandığı en etkili araçlardan biri askerin kontrolündeki Milli Güvenlik Kurulu’na açıktan hizmet eden medya sahipleri ve üst düzey editörlerdi. Bu işbirliğinden şikayetçi olan gazeteciler kovuldular. Hemen ardından gelen Refah Partisi’nin mahkeme kararıyla kapatılması bugün iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kuruluşu ve yükselişi ile doğrudan ilişkilidir. Medyanın bu “darbedeki” rolü ağızlarda acı bir tat bıraktı ve AKP’ye iktidarı ele geçirdiğinde sıkı kontrol altında tutacağı bir ulusal medya yaratma ilhamını verdi.
Doksanlı yıllarda medya organlarının sahibi şirketler bankacılık ve finans sektöründe artan yatırımlar yaptılar. Devlet sürekli artan enflasyon karşısında borçlarını çevirmeye çalışırken medya bu kısır döngünün çarklarını yağlamaya yardım etti ve bundan kar etti.
Çift haneli faiz oranları ve döviz krizleri 2000 ve 2001 yıllarında medyanın sahip olduğu bankaların biri dışında hepsinin batmasına yol açtı ve borçlarının ödenebilmesi için gazete ve televizyonlara el konuldu. Bu mali krizinin Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasının üçte biri kadarına denk gelen bedeli savaş sonrası nesilden siyasetçilerin toptan sahneden çekilmesine ve AKP’nin 2002’de iktidar olmasına sebep oldu. Ardından devlet kontrolü altındaki medya varlıkları yeni rejim ile bağlantılı şirketlere satıldılar.
Ancak günümüzdeki medya sahipliğinin yolu tarihin kendini tekrar etmesine basit bir örnek değil. Önceden, medya sahipleri güçlerini medya dışındaki sektörlere girmek için kullanırlardı. Bugün ise müteahhitler, AVM sahipleri ve sağlık ya da enerji sektöründekiler medya sahipliğini devlet ile iş yapabilmek için bir çeşit vergi gibi görüyorlar. Bazıları bu bedeli isteksizce ve şikayet ederek ödüyor. Varılan sonuç ise Türkiye medyasının büyük çoğunluğunun hükumeti denetlemeye hiç niyeti olmayan insanlar tarafından yönetilmesi oldu. Milliyet gazetesinin sahibinin genel yayın yönetmeni olarak kimi atayacağını kendisine sorduğunu Erdoğan kamu önünde söyledi. AKP devrine geçişte ayakta kalabilen ender büyük medya kurumlarından Doğan, bunu ancak neredeyse piyasa değerine denk bir vergi cezasıyla yüzleşen ana şirketi tarafından pençeleri söküldüğü için yapabildi. Pek çok Doğan çalışanının özel konuşmalarda bana itiraf ettiğine göre otosansür artık istisna değil, kural. Yakın zamanlarda Cumhurbaşkanı ve önde gelen bakanların hükumet yanlısı medyanın sahipleri, editörleri ve önde gelen köşe yazarları ile toplandıkları görüldü. Medya içeriğine dair bu özel toplantılar kamunun gözü önünde ve utanmadan “basına kapalı” şekilde yapıldı.
Türkiye’deki bağımsız medyanın eli kolu bağlı. Siyasi ve adli baskının yanı sıra medya sahipliğini kar amacı güden bir iş olarak değil de bir halkla ilişkiler harcaması kalemi olarak gören haksız rekabet ile de uğraşmak zorundalar. Ve tüm bunlar haber içeriği satmanın başlı başına bir mali soruna dönüştüğü dijital çağda yaşanıyor. Basın gruplarının, yozlaşma üzerinden olsa dahi, bir şekilde işleyen bu işi modelini adil rekabet uğruna terk etmeye niyetleri yok.
Medya kurumları genellikle dürüstlük ve itibara kıymet vermezler; ya da, en iyi ihtimalle az verirler. Hükumet yanlısı Türkiye basınının çoğunluğu artık bu kategoride. Polemikçi manşetlere Photoshop’lanmış gerçekler eşlik ediyor. En gülünç örneklerden birini vermek gerekirse, Henry Ries’ın Berlin Ablukası sırasında çektiği ikonik fotoğrafı, ABD’nin nasıl Guatemala’da ve dünya çapında darbeleri desteklediğine dair bir yazının görseli olarak kullanıldı. Benzer şekilde, Kaliforniya’da hamile karısını öldüren bir adamla aynı adı taşıyan bir Christian Science Monitor muhabiri birinci sayfalarda Birleşik Devletler’den buraya darbeye yardım etmek için getirtilmiş bir “kiralık katil” olarak sergilendi.
Bunlar zararsızca absürt görünüyorsa dahi, böyle deyip geçilemez. Kaba kurguların bedeli vatandaşların 15 Temmuz 2016 gecesi tam olarak ne olduğuna dair endişelerine cevap verecek profesyonel tarzda habercilik oluyor. Manşet atanın intikam arzusu veya dikkati hükumetin darbeyi öngörme sorumluluğunu yerine getiremediğinden başka yere çekme çabası, tasfiyenin önemli kurumlar ve şirketler için sonuçlarının objektif biçimde araştırılmasını gölgede bırakıyor. Hükumet yanlısı köşe yazarları basın özgürlüğü konularında dayanışma sergilemek yerine başka gazetecileri Stalinvari bir şevk ile hainlikle suçlamayı işlerinin bir parçası sayıyorlar ve savcıları ellerinden gelenin en beterini yapmaya teşvik ediyorlar.
Bu tatsız durumdan birçok soru çıkıyor; bunlarda belki de en ilginç olanını layıkıyla cevaplamak zor: bu denli geniş halk desteği gören bir hükumet neden hala muhalefet medyasını sindirmeye çalışır? Zengin çeşitli muhtemel açıklamalardan biri: hükumet iktidarı sıfır toplamlı oyun olarak görüyor ve kontrolü biraz dahi olsun elden kaçırmak (Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra parlamento çoğunluğunu kısa süreliğine kaybettiğinde olduğu gibi) otoritesinin ihtişamını yitirmesine yol açacak. Bir diğer açıklama: hükumet bir nevi “Midas’ın Dokunuşu” fenomeni kurbanı ve medyayı kontrol etmesinin bedeli medyanın güvenilir bilgi verememesi oluyor.
Pek çok durumda devlet yetkilileri kendi propagandalarına inanmıyor olabilirler ama kamuoyunun ne kadar değişken olduğunu biliyorlar; rejimin sosyal medyanın etkileri yüzünden endişelenmesi ve ne zaman bombalama veya darbe girişimi gibi ciddi haberler baş gösterdiğinde neredeyse sistematik biçimde Twitter ya da Facebook’a girişin engellenmesinin sebebi bu. Erdoğan bir seferinde Twitter’ın en büyük toplumsal bela olduğunu söylemişti; herhalde kolay kontrol edilir olmadığından dolayı.
AKP liderinin Gezi Parkı’na dair çevreci protestoları bir darbe olarak nitelendirmesi komik gelebilir ama geriye dönüp baktığımızda, bu endişe gerçek de olabilir. 15 Temmuz 2016 gecesi televizyonları basmaya çalışan darbecilerin çabaları gösterdi ki, paranoyakların bile bazen gerçek düşmanları vardır. Darbe girişimine dair büyük ironi, cumhurbaşkanının düşmanlarının Nuh nebiden kalma kurallarla oynayarak devlet kanalı TRT’yi ele geçirirken, onun CNNTürk sunucusu iPhone’unu kameraya doğru tuttuğu halde FaceTime ile taraftarlarını sokağa çağırmasıydı.
Gazetecilerin olağanüstü hal uygulamalarıyla karakollara götürüldüğü bir dönemde haberlerin kalitesi ve kamusal alanın daralmasının tehlikelerinden bahsedip durmak garip gelebilir. CPJ gibi bir örgütün (gazetecileri kendi devletlerinden korumak gibi ağır bir iş üstleniyorlar) antidemokratik uygulamaları destekleyen medya kurumlarını eleştirdiği takdirde karşılaşacağı güçlükleri çok iyi anlıyorum. Kimin korumaya değer “gerçek gazeteci” olduğu bile çok alengirli bir konu. Gazeteciliği başkalarını tehdit etmek için kötüye kullanan veya kim “gerçek habercilik” yapıyor diye ahkam kesenleri ifşa etmek ve utandırmak için bir strateji geliştirmek Pandora’nın kutusunu açmak olur.
Bunun yanında, Türkiye basınının kötüleşen durumundan açıkça belli ki kişisel hak savunuculuğu ve kamu önünde utandırma çabasından oluşan ana akım strateji sonuç vermekte başarısız oldu. Freedom House’ın Türkiye’de 2013 sonrasında erozyona uğrayan demokrasiyi medyanın kendi içinde yozlaşmayı analiz ederek sunan raporu deneysel bir adımdı. Ancak bir konu var ki, kural olarak geniş çaplı anlatılmalı: gazeteciliğin temel ilkeleri tehlike altındayken gazetecileri tam olarak korumak imkansızdır.
Andrew Finkel İstanbul’da yalayan bir muhabir, P24 (Türkiye’de bağımsız gazeteciliği korumak amacı güden Punto 24) kurucularından biri ve Turkey: What Everyone Needs to Know (Türkiye: Herkesin Bilmesi Gerekenler) kitabının yazarıdır.