Yazan: Yavuz Baydar
Dalganın geleceği önceden belliydi ve engellenemez görünüyordu. Kısıtlı kaynaklara sahip bir gazeteci ve medya gözlemcisi olarak ben bile yıllar önce alarm vermiştim.
Türk medyası son beş yıl içinde adım adım güç yapılarının tam hakimiyetine girdi; özellikle de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ınkilerin.
Guardian, The Huffington Post, Today’s Zaman ve Al-Monitor‘un da aralarında olduğu yayınlarda bir dizi makale ile Türk gazeteciliğini ezmekte olan tsunaminin endişe vericilikten çok daha öte düzeyde olduğuna, kabul edilemeyecek sayıda gazeteci ve muhalifin hapiste olduğuna, mesleki değerleri ve tavrıyla Türkiye medyasının geleceğinin ciddi şekilde tehlikede olduğuna işaret etmeye çalıştım.
Hem hükumet hem de suç ortağı medyanın sistematik saldırıları ve kurnazca operasyonlarının bir sonucu olarak Türkiye artık efektif ve etkili olmayan, güçsüz, toplum genelinde neredeyse hiç güvenilmeyen bir ana akım medyaya sahip. Resmi açıklamaların yayımlanması ve basın bildirimlerinin tetkik edilmeden basılması rutin haline gelmiş. Zor durumdaki birkaç bağımsız gazete ve televizyon ve İnternet haber sitesi dışında gözlemci neredeyse tüm fonksiyonlarını yitirmiş.
Medya sahipliği uzmanı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki Medya Okulu’nun başında bulunan Aslı Tunç’a göre şu anda dördüncü kuvvetin üçte ikisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öfkesinin gölgesindeki AKP olarak da bilinen Adalet ve Kalkınma Partisi’ne ya kurumsal olarak entegre ya da boyun eğmiş durumda. Ülkenin ulusal yayın kurumu Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT), cumhuriyetin en köklü kurumlarından Anadolu Ajansı gibi tamamen devlet gücüne teslim olmuş durumda.
Gazetecilik üzerine az bilgili veya hiç bilgisi olmayan, Erdoğan ve yakın çevresindeki yardımcıları tarafından dikkatle seçilmiş sadık bürokratlar kilit noktalara atanmışlar. İbrahim Şahin Ulaştırma Bakanlığı’na müsteşar olarak atanmadan önce TRT genel müdürüydü ve hukukçu geçmişi olan eski bir vali ve çeşitli küçük illerde Posta Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi yöneticiliği yapmıştı. Belgesel yapımcısı olarak az bir tecrübeye sahip Kemal Öztürk Erdoğan’a danışman olarak hizmet verdikten sonra Anadolu Ajansı’na yönetici olarak atanmıştı. Her ikisi de 2014 sonbaharında siyasi olduğu iddia edilen gerekçelerle görevlerinden alındılar.
Objektif kamu yayımcılığındaki eksiklik hükumet propagandasına yönelik haberlerin geniş yer bulmasına yol açtı ki bu Türkiye vatandaşlarının geçmiş yıllardan maalesef alışkın olduğu bir durumdu. TRT’nin tarafgirliği öyle seviyelere ulaştı ki, tarihinde ilk defa YSK olarak da bilinen ve Türkiye’deki az sayıdaki bağımsız kurumlardan biri olan Yüksek Seçim Kurulu tarafından ceza aldı. TRT’nin 2014 yılında gerçekleşen iki seçim sırasında takındığı homojen Erdoğan yanlısı tutum sonucu YSK kabahatli programın 25 bölümünün yayımlanmasını engelledi.
AKP’nin toplumsal bazda etkili kanalların haber ve yorumlarında eleştirel içeriği sansürleme yönünde bir tavrı olan Radyo Televizyon Yüksek Kurulu’nu (RTÜK) yönlendirmek için kesin bir çoğunluğu da var. KONDA araştırma enstitüsü tarafından hazırlanan bir rapora göre, 2013 yaz ayları itibariyle Türkiye halkının %73’ü ana veya yegane haber kaynağı olarak televizyon izliyor.
Uluslararası kamuoyunun gözünde Türkiye uzun zamandır en çok gazeteciyi hapiste tutan ülke olarak biliniyor ki bu sayı 2010 yılındaki bazı sayımlara göre 100’ün üzerindeydi (CPJ en az 61 kişinin doğrudan gazetecilik faaliyetinden dolayı hapiste olduğunu teyit etti). O zamandan beri, ağırlıkla yerel toplumsal tepki ve yurtdışından baskının sonucu olarak, gazetecilerin hapsedilmesinde bir düşüş eğilimi gözlendi. Özellikle 2013 sonundan bu yana parmaklıklar ardındaki gazetecilerin sayısında keskin bir düşüş oldu.
2014 yılının Kasım ayında, New York’taki Basın Özgürlüğü Ödülleri töreninde CPJ İdari Müdürü Joel Simon Türkiye medyasına dair nadir iyi haberlerden birini duyurdu: hapisteki Türkiyeli gazetecilerin sayısı yediye dek düşmüştü. Farklı metotlar kullanan başka organizasyonların sayısı bir şekilde daha yüksek ancak çoğu hapistekilerin ağırlıkla Kürt gazeteciler veya sol eğilimli muhabir ve editörler olduğunda hemfikir. Neredeyse tamamı mahkumlar; Türkiye’nin şaibeli Terörle Mücadele Kanunu dolayısıyla tutuklu yargılananlardan değiller.
Gazetecilerin hapsedilme sayısındaki düşüş gerçekten de (nispeten) bir rahatlama olmasına karşın yeni bir tutuklama operasyonunun imkansız olduğu anlamına da gelmiyor. Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve İnternet Kanunu gibi kanunların çeşitli maddelerinde basın özgürlüğünü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun şekilde güvence altına alacak değişiklikler yapılmazsa Demokles’in kılıcı Türkiye basınının, özellikle de partizan basının üzerinde sallanmaya devam edecek.
Uluslararası kamuoyu genelde gözardı eder, Türkiye’de gazetecilerin hapsedilmeleri periyodiktir ve neredeyse her zaman Kürt meselesiyle alakalıdır. Tutuklama dalgaları her zaman hükumete şu ya da bu şekilde legal veya illegal muhalefet ile bağlantılı gazetecilere karşı baskıcı yaptırımlar uygulama imkanı vermiştir.
Gazetecilerin hapsedilmelerindeki iniş ve çıkışlar siyasi iklimin göstergesidir ve Kürt meselesi ön plandadır. Ancak gazetecilerin hapsedilmesindeki endişe verici dalgalanma Türkiye’de gazeteciliğin vermekte olduğu çetin sınavın sadece bir kısmını tanımlayabilir.
Bu çetin sınav özetle şöyle:
Türkiye’de hapisteki gazetecilerin sayısı düşerken basılı yazılı ve görsel basında çalışan binlerce diğer gazeteci pek çok kişinin açık hapishane olarak niteleyeceği bir ortamda çalışmaya zorlanıyor.
Dört veya beş şirket tarafından kontrol edilen holding medyasındaki her haber merkezi rutin otosansür ile tanımlanabilir açık birer hapishane; profesyonel direnişin cezası kovulmak ve nihayetinde başka bir yerde iş bulmayı zorlaştıracak şekilde zehirli bir insan kaynağı ilan edilmek. Ben de bu şekilde hedef alınanlardan biriydim; dürüst habercilikte ısrarımın bir sonucu olarak bulunduğum konumdan kovuldum.
Büyük medyanın haber merkezlerinin çoğunda, astronomik oranda ücret alan en üst düzey editörler kapıları bekleyen nöbetçiler ya da kadrolu sansürcüler gibi çalışıyorlar; görevleri patronları korkutup Erdoğan’ı öfkelendirecek haber ve yorumları geri çevirmek.
Bu durumdaki medya gruplarının tümünde muhabirler kamu yararı barındıran, hele de yolsuzluk ve görevi kötüye kullanmaya dair olan tüm haberleri kovalamayı bırakmışlar veya onlara bırakmaları söylenmiş. Ve tüm bu medya gruplarında eleştirel köşe yazarlarının sayısı minimuma indirilmiş durumda; bu tip görüş sahipler aydan aya kayboluyorlar. Bunun sonucu olarak, iktidardan hesap sorabilmek için ellerinde kalan gücü de kaybediyorlar.
İki önemli gözlem var:
* Kanun yöntemiyle uygulanan sansür işlevsel olmayı sürdürse de otosansür geniş çağlı uygulanan yerleşmiş bir pratik
* Bir ceza biçimi olarak hapsetme azalırken yerini işten çıkartılmaya bırakıyor
2013 yazında Gezi Parkı protestoları ile alevlenen toplumsal hareketliliğe büyük resmi net olarak afişe edip gözlerimiz açtığı için çok şey borçluyuz. Bunun ardından yüksek merkezlerde yüksek teknoloji ile sembolize edilen ana akım medyanın bağımsız bir güç olduğuna dair tüm illüzyonlar yok oldu.
Çatışmalar sürerken olayların işlenmeyişi ve haberlerin çarpıtılması günden güne medya sahiplerinin AKP hükumeti ile birbirlerinin çıkarını gözeten, pratikte kamu yararı içeren gazeteciliğin sadece propaganda ve yalan ile yer değiştireceğine değil, gerektiğinde cezalandırılacağına dair anlaşma sağlanmış bir ittifak oluşturduklarını göz önüne serdi.
Erdoğan ve medya patronları arasındaki bu ahlaksız ittifak bazı AKP’li bakanlar ve Erdoğan’ın akrabalarını hedefleyen 2013 yolsuzluk soruşturmaları ile yeni boyutlara ulaştı. Neredeyse tümü kamu yararına haber değeri olan ses kayıtlarının ve sızdırılmış dokümanların çoğu, 17 Aralık 2013 tarihinden 2014 sonuna dek, Gezi Parkı protestolarını haberleştirmeyi reddeden medya tarafından bilerek görmemezlikten gelindi ve otosansüre uğradı.
Belki de hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, sızan ses kayıtlarının 20 kadarı dönemin Başbakanı Erdoğan ile holding medyasının sahipleri ya da en üst düzey yöneticileri arasında idi; bu sayede Türkiye’nin siyasi liderlerinin editöryel kararlara doğrudan müdahale ettiği ortaya çıktı. Buna örnek olarak Erdoğan’ın küçük haber yazılarının ekrandan çekilmesini emretmesi veya tövbekar bir medya sahibini Milliyet gazetesinin Kürt meselesi üzerine 28 Şubat 2013 tarihinde yayımladığı bir sızıntı yüzünden ağlatması var.
Sızıntı ses kayıtlarının birinde Erdoğan’ın Milliyet’in sahibi Erdoğan Demirören’i azarladığı, sorun yaratan köşe yazarları veya TV yorumcularının “cezalandırılması” gerektiğini söylediği duyuluyordu. Konuşma yaşlı medya patronun ağlamasıyla son buluyor. Bunun bir sonucu olarak, Türkiye’nin en saygı duyulan gazetecilerinden biri olan 70 yaşındaki Hasan Cemal gazeteden kovuldu; onu köşe yazarı Can Dündar ve Milliyet’in genel yayın yönetmeni Derya Sazak izlediler.
Gezi Protestolarından birkaç ay sonra Erdoğan gerçekten de medya sahiplerini ve en üst düzey editörleri şahsen aradığını kamuoyu önünde “onlara”, yani gazeteciliğin ne olduğu konusunda ondan farklı düşünen herkese, “öğretmek durumunda” olduğunu söyledi. Bu doğrulama İspanyol Başbakanı Mariano Rajoy ile yapılan ortak basın toplantısında Erdoğan’a ses kayıtlarının gerçek olup olmadığı sorulduğunda gerçekleşti.
Son yirmi yılın büyük bölümünde medya sahibi olmak karlı bir işti. Ana hedefi kim iktidardaysa ona ve kendi iş çıkarlarlarına aynı anda hizmet etmek olan bir gazetecilik sistemi yaratan medya şirketleri zayıf koalisyon hükumetlerini kendi çıkarları için kullanabiliyordu.
Bu artık geçerli değil. AKP’nin devasa, sarsılmaz hükumetinin tek parti varlığı ve Erdoğan’ın en ufak eleştiriye dahi tahammülsüzlüğü medya baronlarının güvenilir haber kaynakları gibi görünmelerini ve bundan kar etmelerini imkansız kıldı.
Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) kısa süre önce medya üzerine yayımladığı bir rapora göre Türkiye’de çalışan kaba hesapla 15.000 gazeteciden sadece %4.5’i sendikalara üye olabilecek kadar cesur. Gelirlerini kaybetme korkusu ve toplu sözleşme hakkının eksikliği Türkiyeli gazetecileri iş güvenliği ve editöryel bağımsızlıktan uzak tutuyor.
Binlerce gazeteci masalarına zincirlenmiş haldeyken orta alandaki boşluk dev boyutlarda: Bir zamanlar yazılı basının üç etkili devleri olan Milliyet, Sabah ve Hürriyet ele alındığında ilk ikisi artık tamamen Erdoğan’ın kontrolü altında ve Hürriyet topal ördekten farksız. Bağımsız basılı yayınlar arasında çok az gazete, ki bunların çoğu ciddi maddi sıkıntılar içinde, halkı bilgilendirme görevlerini yerine getirme mücadelesi veriyor. Ortada böyle bir kara delik varken meydanın bir kısmı hükumet yanlısı veya güce boyun eğmiş medyaya, diğer kısmı da yorum ağırlıklı aşırı partizan gazetelere kalmış durumda.
Bağımsız bir haber ombudsmanı olarak çalıştığım Sabah gazetesinden Temmuz 2013’te kovulana dek analizim siyasi iktidar ve medya sahipleri arasındaki ahlaksız ittifakın kilit bir sektörün kaçınılmaz yok oluşuna neden olacağına dair derin bir endişeye dayanıyordu. Bu meseleyi The New York Timesgazetesine yazdığım bir makalede uluslararsı kamuoyunun dikkatine sundum; medya sahiplerinin işverenlerinin onuruve rolüne dair sahtekarlığa devam ederlerse bunun sadece otoriter bir yönetime gidişi hızlandıracağı iddiasında bulundum. Bu makale yüzünden kovuldum ve şimdilerde sayısı 1000’e yaklaşan o zehirliler arasında yerimi aldım.
Benim bu tecrübem Türkiye’deki bir medya temizliğinin bir parçasıydı. Başka yerlerde yapılan haberler de gösteriyor ki dünyanın birçok yerinde seçilmiş liderler medyayı susturmanın yöntemlerini öğrenmekle meşguller. Halkın bilgi edinme hakkını yok eden bu yeni kirli medya düzenini afişe etmenin zamanıdır.
Erdoğan artık gazetecileri hapsetmesine gerek olmadığının farkına varmış gibi görünüyor. İtaatkar medya patronunun belli gazetecileri istenmeyen kimse ilan etmesi ve iş bulmalarını önlemesi özgür basını susturmak için çok daha etkili ve kurnazca bir yöntem.
İstanbul Barosu’nun eski başkanı ve insan hakları uzmanı Yücel Sayman’ın bağımsız günlük gazete Taraf‘a bir röportajda dirayetle söylediği gibi: “ Biz, bu düzene o kadar alışmışız ki, “Basın özgürlüğü var mı” diye sorulduğunda, “Hapiste hiç gazeteci yok” cevabı veriyoruz. Yani basın özgürlüğünü hapis cezaları ve açılan davalarla bağdaştıran bir zihniyet var. Medyanın en büyük problemi, gazete ve TV kanalı sahiplerinin kimliği… Gazete patronlarının hemen hemen hiçbiri gazetecilik mesleğinden gelmeyen insanlardan oluşuyor. Bu insanlar kamu ihalelerini alabilmek için büyük servetler ödeyip, gazete ve TV kanalı satın alıyorlar. Gazetecileri hapse atmaya gerek yok zaten. Gazete patronlarına ihale karşılığında nasıl haber yapılması gerektiğini ya da hangi gazeteciyi çalıştırıp, çalıştıramayacağını iktidar söylüyor zaten.”
2014 yılı toplu olarak hedef alınan Türkiye gazetecileri için bir umutsuzluk yılıydı; korkunç bir yıldı. Hiç kuşku kalmadı: ne zaman bir Türkiyeli gazeteci “hiç bu kadar kötü olmamıştı” dediğinde acı gerçeği dile getiriyor. Bazıları vazgeçti ama diğerleri, küçük bir azınlık, sert rüzgarlara karşı savaşmaya devam ediyor.
Gezi protestolarından beri pek çok gazeteci, özellikle de genç olanlar, halen dürüst muhabirlik için kısıtlı olanaklar sunabilen İnternet gazeteciliğine yöneldiler. T24 ve Diken gibi bazı haber siteleri yükselişteler ancak kısıtlı, genelde şehirlilerden oluşan bir kitleye hitap ediyorlar. Bunun dışında, Türkiyeli gazeteciler kendi içlerinde kutuplaşma, huysuz kavgalar, ortak mesleki amaçlara ayrımcı yaklaşım ve işbirliği eksikliği ile muhataplar. Bu engelleri aşma yönünde bir adım (benim de kurucuları arasında olduğum) kar amacı gözetmeyen, tarafsız bir organizasyon olan Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun (P24) kurulmasıyla atıldı. 2013 yılından beri medya sınavını gemiş çaplı olarak gözlemliyor ve aynı zamanda genç gazetecilerin eğitimi ve araştırmacı gazetecilik projelerinin fonlanmasıyla ilgileniyor.
Paradoks gibi görünebilir; Türkiye 2015 yılını daha az hapis gazeteciyle bitirebilir ve ben hiçbirinin hapiste olmamasını umut ediyorum. Ancak bu sonuç bizi basının durumunun o çok önemli ülkede daha iyi olduğu çıkarımına götürür mü? Gazeteciliği kirleten ve kamuoyunu karanlıkta bırakan kendini otosansüre mahkum etmekle ilgili ne yapacağız?
Türkiye’nin trajik öyküsünün gerektirdiği üzere, artık böyle konulara cesurca ve çözüm amaçlı yaklaşma vaktidir. Diğer türlü bu tasfiye aynı şiddette süreceğe benziyor.
Murat Aksoy sadece işini yaptığı için bunun bedelini ödeyen yaklaşık 1000 gazeteciden biriydi. 25 Aralık 2013 gecesi polis bazıları dönemin başbakanı Erdoğan’ın yakın çevresine ait olan evlerde arama yaparken Aksoy bir TV programına çıktı ve hesap verilebilirlik ile hukukun üstünlüğüne saygı çağrılarında bulundu. Bu sırada Aksoy hükumet yanlısı Yeni Şafak gazetesinde düzenli köşe yazıları yazıyordu.
“Program sırasında ve sonrasında özellikle sosyal medyada yazılanlardan anladım ki, programda söylediklerim gazete yönetimi ve çevresini çok rahatsız etmişti.” Bu alıntı ana muhalefet partisi CHP’nin dört milletvekilinin medya operasyonları üzerine yazdıkları yakın tarihli bir rapordan; adı: “Kalemi Kırılan Gazeteciler.”
Aksoy şöyle devam ediyor: “Daha ilginç olanı yazar ve televizyon yorumcusu olmadan önce tanıdığım, ancak son 6 yıldır hiç görüşmediğim bir Sabah gazetesi yazarı beni arayarak ‘programı bir AK Partili büyüğü ile seyrettiğini, benim demokratlığımdan kuşku duymadığını ama programda söylediklerimin de yanlış olduğunu’ bana açık biçimde ifade etti.”
“26 Aralık’ta gazeteye gittim. Yazımı yazdım ve teslim ettim. Yazı işleri Müdürü arayarak yazımın kullanılmayacağını söyledi. Nedeninin de katıldığım TV programı olduğunu ifade etti. Daha sonra 13 Ocak’ta resmi olarak iş akdim feshedildi.”
Türk gazeteci, blog yazarı ve Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) kurucularından Yavuz Baydar, 2014 yılında meslekte mükemmellik dalında Avrupa Basın Ödülü kazanmıştır.