Kürt Gazetecilerin Davaları
Dicle Haber Ajansı çalışanları hakkındaki iddianame, bir ajans çalışanının gündelik işleriyle ilgili detaylarla dolu. Bir editör Kürtlerle ilgili bir gösteriyle ilgili bilgi veriyor; bir muhabir, siyasi bir protesto olarak kendini ateşe veren bir genç hakkında haber yapıyor, bir diğeri ise polisin bir Kürt siyasi partisine yönelik operasyon yapma olasılığı hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Ama hükümetin iddianamesine göre bunların her biri uygunsuz fiiller: Tüyolar yetkililere bildirilmeliydi; kendini yakan genç propaganda yapmak için haberleştirildi; operasyon haberini takip etmenin sebebi hükümeti aşağılamaktı.
1 Ağustos 2012 itibariyla Dicle Haber Ajansı’nın (DİHA) yirmi iki gazetecisi hapisteydi; biri hariç tamamına isnat edilen suç ise Kürdistan Topluluklar Birliği’ne (KCK) ya da Kürdistan işçi Partisi (PKK)’ne yardım etmekti. Suçlananlar arasında bulunan ajansın Bitlis muhabiri Sinan Aygül hakkında 15 yıl hapis cezası isteniyor. Aygül’ün avukatı Murat Timur müvekkilinin yaptığı bir basın açıklaması haberinin yetkillilerce terör örgütünün faaliyetlerine katıldığına dair delil olarak gösterildiğini söyledi. “Bu dosyadaki belgeler Sinan Aygül’ün yazdığı haberler. Burada yargılanan gazetecilik faaliyetidir” dedi.
CPJ’nin Ağustos 2012’de yaptığı kapsamlı araştırma sırasında Türkiye’de hapiste bulunan 76 gazetecinin yüzde yetmişten fazlasını Kürt gazeteciler oluşturuyordu. Kürt meselesi, Türkiye’de basın özgürlüğü sorununun en gerilimli unsurlarından biri. Kürt gazetecilerin akıbeti, yalnızca Türkiye devletinin ne kadar demokratik olduğunun göstergesi olmakla sınırlı değil, aynı zamanda Türkiye’nin kimlik algısını da zorlayan ve Kürtlerin hak mücadelesiyle de doğrudan bağlantılı bir mesele.
Hapİshane Mektupları
Türkiye’nin 75 milyonluk nüfusunun 12 ila 20 milyonu Kürtlerden oluşuyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (Human Rights Watch – HRW) tahminlerine göre bu nüfusun yaklaşık yarısı, ülkenin güneydoğusunda, diğer yarısı da başta İstanbul olmak üzere batı illerinde yaşıyor. Ağırlıkla Batı Avrupa’da yaşayan geniş Kürt diasporası sebebiyle Kürt meselesi ülke dışında da etkisini sürdürüyor.
Türkiye hükümeti, defalarca, Danimarka ve Belçika’dan yayın yapan PKK yanlısı ROJ TV’nin kapatılması için uğraştı. 2012 başlarında PKK sempatizanı olduğundan şüphelenilen kişiler, Fethullah Gülen hareketine yakın duran ve genellikle AK Parti’ye destek veren Türkiye’nin önde gelen gazetelerinden Zaman’ın Paris, Cologne ve diğer Avrupa şehirlerindeki bürolarına yangın bombaları atıp, büroları yağmaladılar.
Kürt meselesinin tartışılmasında köklü kültürel, dini, etnik ve siyasi faktörler önemli bir rol oynuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nın ardından çökmesi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasından sonra Türklük olgusunu temel alan “yeni bir ülke” kuruldu. O günden beri de Ankara’nın askeri ve siyasi elitleri tüm dikkatlerini etnik bölünme, farklı dillerin konuşulması, dini farklılıklar ve ulusun bölünmesi gibi tehlikelere vermiş durumda. Kriz çözümleme konusunda uzman bir hükümet dışı kuruluş olan Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group), PKK ayaklanması hakkındaki Eylül 2011 tarihli raporunda şöyle diyor: “Birçok Türk, Kürtlerin anadillerinde konuşması ve eğitim görmesine izin verildiği takdirde bunun bölünmenin ilk adımı olacağına inandırılarak büyüyor.”
Türkiye’nin Kürt azınlığı, Ankara’nın asimilasyon çabalarına büyük bir azimle direniyor ve bunun da bedelini ödüyor. Gazeteci ve yazar Ece Temelkuran, Ocak 2012’de Beyrut’ta yayınlanan Al-Akhbar gazetesine verdiği röportajda “Kürtlere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılıyor” diyor. 1984’te başlayan silahlı PKK ayaklanmasına gelen desteğin bir bölümü, ekonomik az gelişmişlik ve yoksulluktan kaynaklı; ancak PKK, Kürtlerin, devletin elinden çektiği ayrımcılık ve aşağılanma duygularına da cevap veriyor.
Örgütün şiddet eylemleri ve silahlı direnişi, ordunun şiddetli tepkisiyle birlikte sorunu büyütüyor. 1984 ile 2000’lerin başları arasında Güneydoğu bölgesi güvenlik güçleri ve bölgedeki köy korucuları tarafından yakıp yıkma politikasının kurbanı oldu. Güvenlik güçleri ve milisler binlerce köyü boşalttı, yüzbinlerce Kürdü yerinden etti ve sistematik olarak yargısız infazda bulundu. Hükümetin tahminlerine göre gerilla ve gerilla karşıtı operasyonların şiddet girdabında yaklaşık 44,000 asker, PKK savaşçısı ve sivil öldürüldü.
2002’deki seçim zaferinin ardından AK Parti hükümeti Kürt meselesinin çözümüne önceki hükümetlerden çok daha açık gibi görünüyordu. Biraz Avrupa Birliği’nin azınlık haklarına saygı gösterilmesi gerektiği konusundaki ısrarına cevaben, biraz da İslam’da buluşma çağrısıyla, iktidar partisi uzunca bir zamandır Kürt topluluğunun varlığını inkar eden Türk etnik milliyetçiliğini gündemden düşürmeye çalıştı. Kürt dilinin kullanılmasının önündeki -başta medyada olmak üzere- engelleri azalttı. Ocak 2009’da devlet televizyonu Kürtçe yayın yapan bir kanalı, TRT 6’yı açtı.
Temmuz 2009’a kadar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan normalleşme çabalarına devam etmeye hevesli gibi duruyordu ve bu dönemde şahinlerin ekarte edilerek ılımlı Kürtlerin cesaretlendirilmesini gözeten Demokratik Açılım ya da Kürt Açılımı’nı başlattı. Hasan Cemal, Milliyet‘teki köşesinde “İlk defa bir Türk hükümeti Kürt meselesine bu kadar ciddiyetle yaklaşıyor” diye yazdı.
Bu yumuşama kısa ömürlü oldu. Bir dizi karmaşık sebepten dolayı – Türkiye’nin aşırı milliyetçi askeri ve yargı sitemi ile örgütün uzlaşmaz tutumu gibi- hükümet ülkenin geleneksel politikası olan isyancılara karşı savaşı kazanma politikasına geri döndü. Ağır kayıplarla sonuçlanan bir dizi PKK saldırısının yanı sıra, Aralık 2011’de, hükümetin verdiği bilgiye göre; Türk Hava Kuvvetleri’nin Uludere’de PKK savaşçısı sanarak açtığı ateşle yanlışlıkla 34 sivili öldürmesi de bütünüyle silahlı çatışmaya geri dönüldüğünü gösteriyordu.
Bu şiddet ortamında Kürt meselesinin tartışılması kaçınılmaz olarak mayın tarlasında yürümek kadar riskli bir hal aldı. ABD Dışişleri Bakanlığı 2011 ülke raporunda “Kamusal veya siyasal düzlemde Kürt kimliklerini ya da kamusal alanda Kürtçe kullanılmasını savunan Kürtler kınama, taciz ve kovuşturmayla karşı karşıya kaldı” diyordu. O yıl Türkiyeli yetkililer, Kürt politikacılarını, gazetecileri, akademisyenleri ve dernek ve sendika aktivistlerini kitlesel olarak gözaltına aldı ve onları içinde Kürdistan işçi Partisi (PKK)’nin de bulunduğu Kürt gruplarından oluşan şemsiye bir örgüt olan Kürdistan Topluluklar Birliği – (KCK) üyesi olmakla suçladı.
Aslında devlet, Kürt meselesiyle çok ilgili olduğunu düşündüğü görüşlerin ifade edilmesini, terör savunuculuğu yapıldığı iddiasıyla düzenli olarak kınamakta. Hatta belli kelimelerin kullanılması bile izlenmeye başlandı: Örneğin Mayıs 2012’de Türkiye’nin en yüksek idare mahkemesi olan Danıştay, televizyonda PKK ile ilgili olarak “gerilla” kelimesinin kullanılmasını yasakladı. 2009’da CNN Türk’te yayınlanan bir programla ilgili bir mahkeme kararında “gerilla kelimesi meşru bir amaç için savaşan asiler için kullanılır. Bu kelimenin PKK üyeleri için kullanılması teröristleri ve terörü meşrulaştıracaktır” denmektedir.
Ekim 2011 sonlarında savcılar işi iyice ilerleterek şiddetsizliğin, insan haklarının ve ifade özgürlüğünün önde gelen savunucularından, bağımsız yayıncı Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmasını talep ettiler. Yasadışı KCK örgütü ile ilişkisi olmakla suçlanan Zarakolu hakkında, Mart 2012’de kabul edilen iddianamede 15 yıl hapis cezası öngören “yasadışı örgüte yardım ve yataklık” suçlaması yer alıyordu. İddianame, Zarakolu hakkında Meclis’te 36 milletvekiliyle temsil edilen Barış ve Demokrasi Partisi’nin bir kurumu olan İstanbul Siyaset Akademisi’ne katılmasını konu ediyor. Zarakolu, Nisan ayında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Kürt meselesi hakkında eleştirel bir üslupla yazan bütün gazeteciler, terör örgütüne yardım ettiklerine dair şüphelere veya suçlamalara maruz kalma riskiyle karşı karşıyalar. Bu suçlamalar ne kadar ciddi? Sempatizan göz-lemcilerin birçoğu Kürt basınının PKK ile ilişkisi hakkında bir yargıda bulunma konusunda mütereddit. Kürt gazetecilerin silahlı grubun görüşlerini benimsediğine dair herhangi bir imânın durumu kötüleştireceğinden endişe ediyorlar.
CPJ Kürt medyasını incelediğinde haberlerde çeşitlilik ve farklı yoğunlukta haberler olduğunu gözlemledi. Fırat Haber Ajansı ve Roj TV gibi Türkiye dışından haber yapan kuruluşlar alenen PKK yanlısı bir bakış açısına sahip. Dicle Haber Ajansı, Özgür Gündem gazetesi gibi ülke içindeki önde gelen Kürt basın kuruluşları ise daha geniş bir Kürt yanlısı yaklaşımı yansıtıyorlar. Kürtler hakkında oldukça lehte bir tutumla, tek taraflı bir bakış açısıyla haber yaparken, AK Parti ve orduyu karanlık ve olumsuz bir yaklaşımla haberleştiriyorlar. Ancak bu kuruluşlar açıktan ve doğrudan silahlı şiddet savunuculuğu yapmıyorlar. Kürt sempatizanları ya da PKK liderleri tarafından yazılan yorum yazılarını yayınlamaları ise, yetkilileri oldukça öfkelendiriyor.
Birçok gözlemciye göre Kürt basını basit bir siyasi gerçekliği yansıtıyor – Aliza Marcus’un 2007 tarihli Blood and Belief (Kan ve İnanç) adlı kitabında dediği gibi bu gerçeklik “örgütün Türkiye Kürtleri’nin asli siyasi sesi olduğu”. Her ne kadar örgüte yakın milliyetçi partiler, genel seçimlerde Kürt oylarının sadece yarısını alabiliyorsa da, silahlı grup kendini tek meşru Kürt örgütü olarak görüyor. Bu yüzden Kürt milliyetçiliğinin gergin ve tahammülsüz dünyasında, örgütün görüşlerine, politikalarına ya da taktiklerine yönelik her türlü eleştiri davaya ihanet olarak görülüyor. Merkezi Paris’te olan Courrier International‘ın Türkiye muhabiri Pierre Vanrie “Bazı Kürt entelektüellerin ve gazetecilerin, Kürt davasına hala bağlı olmalarına rağmen PKK ile aralarına mesafe koyduğunu” söyleyerek “Ancak, PKK ve destekçileri onlara genellikle düşmanca davranıyor” dedi.
Türkiye yetkilileri radikal siyasi görüşlerin ifade edilmesiyle örgütün şiddet eylemlerini doğrudan destekleme arasındaki çizgiyi ısrarla belirsizleştirdikçe Kürt gazeteciler diğer tarafın da hedefi haline geliyor. Dönemin Avrupa Konseyi insan hakları komiseri Thomas Hammarberg Nisan 2012’de Bianet‘e verdiği bir röportajda “Özgür bir toplumda eleştirileri dile getirmek bir haktır” diyerek “Eleştiri ne kadar sert olursa olsun bunu terörizm olarak yorumlamanın yanlış olduğunun” altını çizdi.
Devletin Kürt meselesiyle ilgili haberlere yönelik tavrı basit bir siyasi otoriterliğin ifadesi değil. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 2010 yılında yayınladığı Terörle Mücadele Yasaları’yla ilgili bir raporda ifade ettiği üzere, bu aynı zamanda Türkiye’nin “Türk ve Sünni Müslüman çoğunluğa mensup olmakla özdeşleşen bir Türk vatandaşlığını” yeniden tahayyül etmekte yaşadığı zorluğu da yansıtıyor. “(1923 Lozan Anlaşması’yla azınlık olarak kabul edilen Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar dışında) Vatandaşların diğer etnik veya dini aidiyet ve bağlantılarını gömmeleri bekleniyor. Bugün bile insanlar Kürt meselesiyle ilgili görüşlerini barışçıl yollarla ifade ettikleri, Kürt tarihini tartıştıkları ve devletin azınlık haklarıyla ilgili politikalarını eleştirdikleri ve daha genel anlamda azınlık gruplarının yakın tarihlerini tartışmaya açtıkları için kovuşturmaya uğruyorlar.”
Kürt gazeteciler hakkında açılan davalar Türkiye’nin yasal düzeninin aşırılıklarını da – örneğin ifade özgürlüğünü çok az dikkate alan bir ceza kanunu gibi – ortaya koyuyor. Mesela 216. Madde’de “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde… cezandırılır” diyor. Yetkililer bu maddeyi sıklıkla geniş bir biçimde yorumlayarak kullanıyorlar. İstanbul’da yaşayan Hollandalı serbest gazeteci Frédérike Geerdink bir yazısında “Bu madde muhalif sesleri susturmak için kullanılıyor” diyor. “Özellikle Kürt politikacılar ve gazeteciler, mesela Kürtler için daha fazla hak talep ettiklerinde ya da PKK savaşçıları hakkında haber yaptıklarında, bu yasadan hüküm giyiyorlar.”
Yetkililer son derece katı olan Terörle Mücadele Yasaları’na da oldukça yoğun başvuruyorlar. İnsan Hakları İzleme Örgütü araştırmacılarından Emma-Sinclair Webb “Son üç yılın en büyük sorunlarından birinin Terörle Mücadele Yasaları’nın meşru ve barışçıl Kürt veya sol siyasi faalityetlerde bulunmuş birçok sıradan insana karşı dava açmak için kullanılması” olduğunu söyledi. Associated Press tarafından 2011 yılında yapılan bir çalışmaya göre 11 Eylül saldırılarından beri dünya çapında terör bağlantılı suçlar için verilen mahkumiyet kararlarının üçte biri, yani 12,897 tanesi Türkiye mahkemeleri tarafından verilmiş.
Terörle Mücadele Kanunu’nda (TMK) yer alan terör tanımı birçok uzmana göre fazla kapsamlı ve muğlak. Sinclair-Webb “Birçok vakada terör eylemi olarak tanımlanması gereken ya da tanımlanabilecek bir fiil olduğuna dair kanıt bulunmadığını” belirterek, “Ama yine de Türkiye’nin Terörle Mücadele Yasaları’nın geniş ve muğlak olması heveskar savcı ve hakimlere bu kişileri sanki PKK üyesiymiş gibi hapsedip yargılama olanağı sağlıyor” dedi.
Türkiye’de savcılar bu davaların görülmesi için “özel yetkili mahkemelere” başvuruyor. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. ve 251. Madde’lerinde belirtildiği üzere özel mahkemelerin yetki alanı terör örgütleri ile anayasal düzene karşı işlenen suçları kapsıyor. Ordunun kurduğu devlet güvenlik mahkemelerinin yerine 2005 yılında kurulan bu mahkemelerin başlangıçta daha çok ilgilendikleri alan ordu dahil laik Kemalist yapı içinden yönetime karşı hazırlanan komplo iddialarıydı. Ancak mahkemelerin hüküm vermesi uzun sürmesine rağmen sanıkların yıllarca tutuklu kalması gibi uygulamalar insan hakları savunucularının şiddetli eleştirilerinin hedefi oldu. Temmuz 2012’de Meclis, giderek artan bu hoşnutsuzluk karşısında boyun eğdi ve özel mahkemelerin yetkilerini sona erdirdi; bu mahkemelerin yetkisini bölgesel ceza mahkemelerine devretti. Yine de, gazeteciler ve darbe iddiaları ya da PKK ile bağlantılı olduğu iddia edilen diğerleri bu değişiklikten etkilenmedi.
Türkiye’deki Kürt gazetecilerin kaderi, tek tek bireylerden çok daha geniş konular olan siyasal şiddet ve etnik, kültürel ve ulusal kimlikler meselelerine bağlı. Ancak bu durum, Türkiye’nin sistematik bir şekilde ifade özgürlüğünü kısıtlamasını mazur göstermez. Belçika’daki Ghent Üniversitesi’nde medya hukuku profesörü olan Dirk Voorhoof, “Türkiye Kürt meselesi hakkında haber yapan medya kuruluşlarını ve gazetecileri yargılayıp mahkum ederek İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesini (çev-Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) birkaç defa ihlal etmiştir” dedi. “Kürt bağımsızlık hareketine destek, hatta referans vermek, devletin ülkenin güneydoğusunda yürüttüğü askeri operasyonları eleştirmek, örgütün rolü ve eylemlerinden söz etmek ya da PKK üyeleriyle röportaj yapmak Türkiye tarafından teröre destek vermek, nefrete tahrik etmek ya da bölücü propaganda olarak değerlendiriliyor. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu tür müdahaleyi, ancak şiddeti teşvik varsa ve böylesi bir tahrikin şiddet kullanımı, silahlı direniş ya da ayaklanmaya sebep olacağı yönünde gerçek bir tehlike varsa kabul edilebilir bulmaktadır.”
Demokratik bir toplum en hassas konuları bile irdeleyen, eleştirel bir basın olmadan gelişemez. Taraf gazetesi genel yayın yönetmen yardımcısı Yasemin Çongar, 2012 Dünya Basın Özgürlüğü Günü münasebetiyle şunları söyledi: “Aslında her hikâye bir aynadır. İster hükümet, bürokrasi, ordu, iş dünyası, ister dinî mezhep… söz konusu olsun, ne zaman bir kurum aynadaki suretinden korkarsa -ne olduğuyla ve ne yaptığıyla ilgili gerçek onu korkutursa o kurum biz gazetecilerden hikâyenin peşini bırakmasını, bakışlarını aynadan öteye çevirmesini, kutunun içinde kalmasını ister.” Kürt meselesi bağlamında basın özgürlüğü de son tahlilde Türkiye’nin kendisini nasıl bir demokrasi ve ulus olarak gördüğüne bağlıdır.
(Fotoğraf: Reuters)