Sİyasİ İradenİn İmtİhanı
25 Mart 2012 günü Güney Kore’nin başkenti Seul’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin başlamasına bir gün kala ABD Başkanı Barack Obama Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la bir takım dünya meselelerini görüşmek için biraraya geldi. Gündemlerinde Suriye Başkanı Beşar Esad’ı iktidardan çekilmeye ikna etmek ve İran’ın nükleer programını kontrol altına alma çabaları vardı. Seul zirvesinin ardından Erdoğan aniden İranlı liderlerle görüşmek üzere Tahran’a gitti. Ve bir sonraki hafta İstanbul, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Rodham Clinton’ın ve 70 ülkenin diplomatlarının katıldığı “Suriye’nin Dostları” toplantısına ev sahipliği yaptı.
Seul toplantısı, Türkiye’nin, yalnızca ABD için değil tüm uluslararası topluluk için ne denli büyük bir stratejik değeri olduğunu ortaya koydu. Suriye ve İran’la ilgili sorunlarda oynadığı rolün ötesinde Türkiye, Doğu Akdeniz’deki enerji politikaları ve Avrupa füze kalkanı gibi konularda da önemli bir aktör haline geldi. Gelişen ekonomisi ve bölgede artan etkisiyle Türkiye, Obama tarafından Orta Doğu’da İslami bakış açısını demokratik değerlerle birleştirebilmek için bir yol arayan ülkeler için de örnek olarak gösteriliyor. Gerçekten de Haziran 2012 boyunca Obama Erdoğan’la yedi kez yüz yüze, 15 defa da telefonla görüştü. Bu toplantılar boyunca Obama ve Erdoğan arasında, halkın önüne çıktıklarında da fark edilen kişisel bir ilişki de gelişti. Seul toplantısından sonra yaptığı yorumda Obama, Erdoğan’la kızları hakkında sohbet ettiklerini söyleyerek “Kızları yetiştirme konusunda [Erdoğan’ın] görüşlerini büyük bir ilgiyle dinliyorum” dedi. Bu yakın ilişkiye rağmen Obama’nın bu toplantıların herhangi birinde Türkiye’deki insan hakları ve basınla ilgili kaygıları gündeme getirdiğine dair bir belirti yok.
Obama’yla olan ilişkisi, Erdoğan’ın, insan hakları ve basın özgürlüğü ile ilgili ülkesine dair uluslararası eleştirileri bertaraf etmek için ülkenin stratejik önemini nasıl kullandığını gösteren iyi bir örnek. Alıngan ve inatçı Erdoğan, her türlü eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak algılıyor ve medyada yer alan eleştirilere çok sert tepki gösteriyor; bu da bir korku ve oto-sansür ortamı yaratıyor. Daha sorunlu olanıysa Erdoğan’ın, siyasi bir açıklamanın yasadışı silahlı grupların siyasi hedefleriyle örtüşen konuları desteklediğini düşündüğünde, bunu doğrudan bir komplonun kanıtı olarak nitelemesi. CPJ, yaptığı araştırmada gazetecilere karşı açılan çok sayıda davada iddiaların gazetecilerin yayınlanmış haberleri ya da haber için bilgi toplama faaliyetlerinden oluştuğunu gördü. Sol görüşlü haftalık dergi Yürüyüş‘ün muhabirlerinden Kaan Ünsal, Ocak 2012’de birçok gazete de yayınlanan mektubunda “Dergimizin arşivi, kütüphanedeki kitaplar, haber fotoğraflarımız ve haber videolarımız aleyhimizdeki en güçlü delillerdi” diyor. Devrimci Halk Kurtuluş Parti-Cephesi’ne yardım etmekten 18 ay hapis yatan Ünsal, yetkililerin siyasi bir amacın sempatizanı olarak gazetecilikle, doğrudan terörizmi aynı kefeye koyduklarını söyledi.
İnternet Sansürü Yenİ Taktİkler Doğuruyor
Türkiye’de yetkililer ülkenin basın özgürlüğü ve insan hakları karnesiyle ilgili eleştirilere zaman zaman cevap veriyorsa da, Erdoğan, Şubat 2011’de ABD Elçisi Frank Ricciardone hapis gazeteciler konusunu gündeme getirdiğinde, deneyimli elçiye “çaylak” diyerek olumsuz bir yaklaşım sergiledi. Siyasi muhalefetin darmadağın olduğu, Türkiye’deki kurumların zayıf kaldığı ve uluslararası baskının azaldığı bir dönemde Erdoğan’ın eleştirilere kişisel tahammülsüzlüğü ve haber medyasına karşı derin şüpheciliği pratikte bir devlet politikasına dönüşmüş durumda.
Erdoğan 2003 yılında iktidara gelirken iki ana hedefi vardı: Türkiye’nin siyasi kurumları üzerindeki cendereyi kırmak ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini zorlamak. İlk hedefini, ikincisini feda ederek bir yere kadar gerçekleştirdi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik, milliyetçi devletin geleneksel iktidar odakları, ordu ve iş dünyasının elitleri ile medya patronları olmuştur. Bunlar Kemalist düzeni tam bir sadakatle savunmuş ve bazen de korumak için komploya başvurmuşlardır. Erdoğan ve AK Parti bu yapıya meydan okuyarak daha girişimci olan yeni bir iş dünyasının elitleriyle bağlar kurup, kişisel dini görüşlerinin kamusal alanda ifade edilmesi yönünde kapıları araladı. Erdoğan, Avrupa Birliği üyeliği umudunu kullanarak kendi siyasi projesine yarayacak belli bazı dini ifadelerin korunması ve ekonominin liberalleşmesi gibi reformları gerçekleştirdi. Ama Avrupa’nın siyasi reform ve yargı reformu çağrılarına yanıtı oldukça dengesiz. İlk reform döneminden sonra Erdoğan, devraldığı otoriter devlet yapılarını korudu ve bunları hem gerçek olan ve hem de kendi algısında gerçek olarak gördüğü siyasi düşmanlara karşı oldukça saldırganca kullanıyor.
Erdoğan’ın medyaya saldırısı birbirinden farklı ama birbiriyle ilintili iki çerçevede gerçekleşiyor. İlki elit holding medyasının kendi reform projesine karşı olan geleneksel güç odaklarıyla köklü ilişkide olduğu algısı. İkincisi ise medyadaki bazı unsurların hükümete karşı komplo kurduğuna inanması. Sözde medya komploları aşırı milliyetçi medyadan, Kürt ayrılıkçılara kadar geniş bir siyasi spektrumu kapsıyor.
Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’yle ilgili temel kaygıları ve Türkiye’nin AB üyeliği önündeki önemli engeller, ifade özgürlüğüne yönelik saldırıların devam etmesi ve yargı reformunun çok yavaş ilerlemesi. Avrupa Parlamentosu medya reformunda çok az ilerleme olmasından yakınarak belli gazetecilerin tutuklanmasını eleştiren çok sayıda karar çıkardı. Temmuz 2011’de Avrupa Konseyi insan hakları komiseri Thomas Hammarberg, Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerine bir rapor yayınladı. Raporda ceza adalet sisteminin işlevsizliği ve anayasal güvencenin olmaması gibi konulardaki derin kaygılarını dile getirdi. (1980 askeri darbesi tarafından kabul edilen T.C. Anayasası bireysel haklardan ziyade devletin bütünlüğünü korumaktadır.)
Hammarberg raporda yapılan bir takım yargısal ve anayasal reformlardan olumlu yönde söz ederek, gazetecilerin yargılanması için kullanılan çeşitli yasaları sıraladı. Örneğin bir suçu ya da suçluyu övmek, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek, Türk milleti veya devletini aşağılamak ya da halkı askerlikten soğutmak suç. Bir suç örgütünün amaçları için propaganda yapmak hapis cezasıyla sonuçlanabilir. Türkiye’nin politikleşmiş ve yarı şeffaf yargı sistemi ve özel yetkili mahkemelerdeki savcı ve hakimlere tanınan yetkilerin boyutları göz önüne alındığında bu hükümlerin son derece sıkıntılı olduğu açıktır. CPJ birçok durumda gazetecilerin duruşmalar başlamadan ve karar çıkmadan önce aylarca ya da yıllarca tutuklu kaldıklarını belgeledi. Bu sorunlar o denli şiddetli ki Hammarberg, Türkiye’de yargının işleyişi ile ilgili son derece eleştirel ikinci bir rapor hazırladı. Ocak 2012’de yayınlanan raporda aşırı uzun süren ceza kovuşturmaları ve terör tanımının fazla geniş olması gibi konular ele alınıyordu.
Erdoğan’ın Avrupa’dan reform yapılması için gelen baskılara yanıtı aslen taktiksel: kağıt üzerinde taviz veriyor gibi görünüyor ancak eleştirileri susturacak bir dizi hukuki aygıtı da elinde tutuyor. Mesela 2008 yılında Türkiye TCK’nın “Türklüğü aşağılamak” suçunu düzenleyen 301. Maddesi’nde değişiklik yapmayı kabul etti. Bu meşhur yasa yüzünden yüzlerce kişi genellikle geniş yetkilere sahip milliyetçi savcıların başlattığı kovuşturmalara maruz kalmıştı. 2008 yılında yapılan değişikliğe göre ancak Adalet Bakanı’nın izniyle 301. Madde’den dava açılabilecek. Bu değişiklik sorunu azaltsa da ortadan kaldırmadı.
Temmuz 2012’de Meclis, basın yoluyla “soruşturmanın gizliğini ihlal” ve “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” gibi bazı suçların cezalarında indirime giden bir yasayı onayladı. Bu yasa devlete karşı işlenen suç veya terör suçu iddiasıyla yeni açılacak davaların özel yetkili mahkemeler tarafından görülmesini sona erdirdi. Ama yasaya göre bu mahkemeler önlerindeki davalara bakmaya devam edecek ve yeni açılacak davalarla ilgili yargı yetkisi aslen bölge mahkemelerinde olacak. Adalet Bakanı Sadullah Ergin CPJ’ye gönderdiği ve bu raporun ekinde tamamının yayınlandığı mektupta bu yasa değişikliklerinin “bir yandan Türkiye’de yargının etkin biçimde çalışmasını sağlarken bir yandan temel hak ve özgürlükler için daha güçlü garantiler getireceğini” söylüyor.
İşin aslı Türkiye’de yargı erkinin elinde kullanabileceği – cumhurbaşkanına, Atatürk’ün hatırasına ya da yaşayan ya da ölmüş herhangi bir kişinin hatırasına hakaret suçu gibi – öylesine kapsamlı bir hukuki malzeme var ki, Temmuz 2012’de kabul edilen yasa gibi parça parça yapılan bu reformlar, eleştirel yazılar yazan gazeteciler için çok bir şey değiştirmiyor. AK Parti’nın aynı ay yaptığı anayasa değişikliği önerisi kabul edilirse, bu sadece en ufak kazanımı bile ortadan kaldırmakla kalmayacak, aynı zamanda kamu hayatının büyük bir bölümünün haberleştirilmesini kısıtlayan ve anayasada baskıyı savunan büyük bir geri adım atılmış olacak. Ne var ki, gerçek reformların yapılması yönündeki teşvikler yerel düzeyde ilgi görmedi. Bağımsız siyasi analist, blogcu ve eskiden Türkiye’de gazetecilik yapan Yigal Schleifer, halk arasında bu konunun çok önemsenmediğini, vatandaşın hükümetin ekonomiyi iyi idare ettiğini düşündüğünü, haber medyasını da -en azından tarihsel olarak- “alenen hükümet politikalarının aracı” olarak gördüğünü söylüyor.
Schleifer “Gördüğümüz şeyin reform yorgunluğu olduğunu düşünüyorum” dedi. “AK Parti devlet karşıtı bir alternatif olarak geldi. Şimdi iktidarda oldukları için onlar da geleneksel Türk devleti perspektifini benimsedi.” Bu demektir ki, Avrupa liderlerinin sivil özgürlüklerin genişletilmesi ve özellikle Kürtlerin uzun süredir var olan bağımsızlık taleplerinin ışığında merkezi yönetimin yetkilerinin azaltılması çağrılarına karşı iktidar son derece direnç gösteriyor. Gerçekten de Avrupa’da yaşanan mali krizle birlikte AB üyeliği beklentisi azaldıkça, Erdoğan tek başına hareket etme yaklaşımını benimsedi. The New Yorker’dan Dexter Filkins’in Mart ayında yayınlanan bir yazısında dediği gibi, Erdoğan bir mitingde Avrupa’nın kur karmaşasıyla “paramparça” olduğunu, öte yandan “Türkiye’nin onların sayesinde değil, kendi halkı sayesinde ayakları üstünde sapasağlam durduğunu” iddia etti.
Türkiye’nin eksiklerinin muhaliflerce kendi siyasi amaçları doğrultusunda abartıldığı algısı, Adalet Bakanı Ergin’in CPJ’ye gönderdiği 10 Temmuz tarihli mektubunda da görülüyor. Ergin yetkililerin gazetecileri fikirlerini ifade ettikleri için değil, suç teşkil eden fiilleri nedeniyle hapsettiklerini öne sürüyor ve “Türkiye şiddeti övmek ve terör propagandası yapmak ile ifade özgürlüğünün genişletilmesi ihtiyacı arasında doğru dengeyi tutturmak için çabalıyor” diyor. Ama CPJ’nin analizi, Türkiye’de basın özgürlüğüne yönelik saldırıların iddia edilen terör propagandasının kökünü kazıma çabasının çok ötesine geçtiğini ortaya koyuyor. Erdoğan, kendini eleştirenlere sürekli saldırıyor, politikalarına meydan okuyan gazetecileri karalamaya çalışıyor ve muhalif olarak gördüğü medya kuruluşlarına baskı yapıyor. Doğan Grubu’na ait Hürriyet gazetesi ve diğer medya organları 2008 yılında Almanya’daki bir yardım kuruluşunun AK Parti liderlerine para gönderdiğine dair iddialarla ilgili yürütülen soruşturma hakkında haberler yayınlamaya başladığında Erdoğan köpürdü ve yandaşlarına “böyle yalanlar yazan gazeteleri satın almayın” dedi. Ertesi yıl hükümet, şirket hakkında vergi yolsuzluğu davası açtı ve 2,5 milyar dolar ceza kesti. Doğan Holding yaptıkları uzun pazarlıkla, Hürriyet gazetesinin yazı işleri müdürünü değiştirip Milliyet dahil medya kuruluşlarını sattıktan sonra nihayet cezayı 600 milyon dolara düşürebildi.
İşini kaybetme korkusuyla adının verilmesini istemeyen önemli bir günlük gazetede yazan bir köşe yazarı, “Kimse bana hükümeti eleştirme demiyor ama bunu ortamdan hissediyorsun. Başbakan basının eleştiri işleri müdürü rolünü üstlendi.”
Taraf gazetesinin genel yayın yönetmen yardımcısı Yasemin Çongar misafirlerini birbirinden farklı sandalyelerin ve eski bir kanapenin olduğu sıkış tepiş bir odada ağırlıyor. Dekor, Taraf‘ın bağımsızlığını ve Türkiye’nin uzlaşmacı olarak görülen kurumsallaşmış medyasının karşı dengesi olduğu imajını destekler bir görüntü arz ediyor. Gazete yayın hayatına 2007 yılında ailesi Taraf gazetesinin şu an üst katında çalıştığı işlek kitabevinin sahibi olan Başar Aslan’ın sermayesiyle başladı. Gazete Erdoğan’ı devirmek için 2003 yılında tasarlanmış bir askeri komplo olduğu iddia edilen Balyoz planı haberini yayınlayınca büyük çıkış yaptı. Bu haber birçok aferin alsa da aynı zamanda tartşmalıydı. Bazıları darbeciler aleyhindeki kanıtlardaki uyumsuzlukları eleştirerek bunun orduyu etkisizleştirmek isteyen hükümetin hazırladığı bir komplo olduğunu söyledi. Çongar bu eleştiriyi doğal karşılıyor.
“Türkiye’de gazetecilikte inanılmaz para var” diyen Çongar, paranın “şoförleri ve özel asistanları”olan ama mücadele edecek cesareti olmayan elit gazeteciler arasındaki kayıtsızlık kültürünü şiddetlendirdiğini öne sürdü. Eleştirel yazıları nedeniyle hakkında açılmış onlarca dava olan Çongar “‘daha önce hiç bu kadar kötü olmamıştı’ diyen meslektaşlarıma katılmıyorum. Ama bu ortada çok ciddi bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Ama Türkiye’de gazetecinin cesur olması gerekiyor” dedi.
Çongar hükümet baskısı ve oto sansürden yakınan bazı gazeteciler için “Türkiye’yi demokratik bir eşiği aşıp muhalefet etme hakkının yasalarca korunduğu bir ülke sanıyorlar” dedi. Çongar Türkiye’yi köşeleri biraz yumuşamakta olan otoriter bir ülke olarak tanımlıyor ve esas mesele “Türkiye’de tahammül kültürünün gelişmemiş olması” diyor. “Çok basit eleştiriler için açılmış davalar var.”
Siyasi baskı ve adli kovuşturmalar Erdoğan’ın daha genel medya stratejisine hizmet ediyor. Bu stratejiye göre önde gelen gazeteciler ve medya kuruluşlarının Erdoğan’a politik hedeflerine ulaşmasında özellikle de ulusal güvenlik konusunda-yardımcı olması bekleniyor. Başbakan Türkiye’nin en önemli genel yayın yönetmenlerini davet ettiği yeni bir toplantıda bu yaklaşımını belli etti. Toplantıya katılanlardan birinin de doğruladığı haberlere göre Erdoğan, editörlerden gazete ve televizyon haber ve programlarında “PKK terörist-leri” ile röportaj yapmamalarını ve onlardan alıntı kullanmamalarını istemiş. Genel yayın yönetmenlerinin birçoğu hemen kabul etmiş ve bir tanesi de bu politikayı nasıl hayata geçirebilecekleri konusunda tavsiye istemiş.
Medyanın toplum bekçiliği görevini yerle bir etmek -ve muhalif grupların medya aracılığıyla görüşlerini ifade etmelerini engellemek için sistematik olarak gösterdiği çaba Erdoğan ve AK Parti’ye kısa vadede siyasi fayda sağlayabilir. Ama bu Türkiye’nin uzun vadeli stratejik hedeflerine ulaşmasını zorlaştırabilir de. Erdoğan’ın da kabul ettiği gibi Türkiye’nin ekonomik geleceği Avrupa’yla entegrasyona bağlı. Bu sürecin duraksamasında -Avrupa’daki derin ekonomik krizden ikiye bölünmüş Kıbrıs’a kadar- çok sayıda sebep olsa da Avrupalı karar vericiler için Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesi temel kaygı konularından biri olarak duruyor. Bu sorun çözülünceye kadar AB entegrasyon sürecinin ilerleme ihtimali çok düşük.
Türkiye’nin baskıcı politikalarının ABD ile olan stratejik ilişkisinin belli yönleri -özellikle Türkiye’nin İran’la arabuluculuk rolü- üzerinde çok az etkisi olsa da bu ortaklık Ankara’nın demokrasi ve özgürlükler konusunda bölgesel model olma imajı üzerine kurulu. Bu, Türkiye’nin de benimsediği bir rol. Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Namık Tan, CPJ’ye yazdığı Haziran 2012 tarihli mektubunda da bu noktaya değiniyor: “Temel özgürlükleri garanti altına almanın demokrasimiz için çok önemli olduğuna kesinlikle inanıyoruz. Türkiye’nin bölgemizdeki diğer bir çok ülkeye, özellikle de büyük halk ayaklanmaları sürecinden ve dönüşümünden geçmekte olan ülkelere önemli bir örnek teşkil ettiği şu dönemde bu daha da önemli.”
Türkiye’nin gazetecileri kitlesel olarak hapse atması onu bu hedeften oldukça uzaklaştırıyor ve Türkiye’yi doğrudan dünyanın İran, Eritre ve Burma gibi, muğlak suçlamalarla ve hukuk kurallarına uymadan çok sayıda gazeteciyi tutuklayan ülkelerin arasına yerleştiriyor. Tutuklamalar, adli kovuşturmalar ve diğer yargısal taciz biçimleri gibi basın özgürlüğü ile ilgili temel göstergelerde Türkiye Orta Doğu’nun en kötüleri arasında yer alıyor.
Türkiye’nin yumuşak güç (soft power) kullanmak gibi daha büyük stratejik hevesleri ülkenin demokratik kurumlarını güçlendirmesi ve daha toleranslı bir siyasi kültür tesis etmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Her ne kadar Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik tehditler gerçek olsa da bu, eleştiri ve muhalefetin terörizmle eş değer tutularak suç sayıldığı bir ortamın yaratılmasını haklı kılmaz. Türkiye, kemikleşmiş basın özgürlüğü krizini tek tek yasaları değiştirip ek reformlar yaparak çözemez. Basın üzerindeki baskının karmaşık düzenini sistematik olarak etkisiz hale getirebilmek için ciddi bir siyasi irade gerekli.
Türkiye iktidarı, krizi sivil toplumla birlikte çalışarak çözmelidir. Atılacak ilk ve en önemli adım Türkiye’nin basını hapse atmada dünyanın en kötü ülkesi gibi itibarsız bir unvan almasına sebep olan sorunu çözmek için, işleri yüzünden hapse atılmış onlarca gazeteciyi serbest bırakmaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ve ABD’deki uluslararası ortakları ilkeli ve tutarlı bir tavır takınıp Türkiye’nin uzun süreli stratejik ortak olabilmesinin ancak ifade özgürlüğü için küresel standartları korumasıyla mümkün olabileceğini net olarak belirterek yardımcı olabilirler.
10 yıllık iktidarın ardından AK Parti, siyasi projesi için gereken orduyu dizginleme, ekonomik açılım ve Türkiye’nin ortodoks laiklerine meydan okuma gibi değişikliklerin çoğunu gerçekleştirdi. Şimdi uluslararası baskıdan etkilenmeyen ve ülke içindeki desteğin keyfini süren parti liderlerinin demokratik reform yapmak için hiç istekleri kalmamış durumda. Schleifer “Onlar devlet; onlar bürokrasi oldu. Savaştıkları şeylere dönüşüyorlar” dedi.
(Fotoğraf: Reuters)